Yazarlığın mayasında sabır var…

Ali Bektaş tam bir edebiyat tutkunu. Çeşitli dergilerde yayımlanan öykü, deneme ve inceleme yazıları ile birlikte romanoku.org sitesini yönetiyor. Sosyal medyada edebiyata dair aktif bir şekilde üretiyor, yazarlarla söyleşiler düzenliyor. İlk romanı Gün Yüzü ile edebiyat yolculuğuna devam eden Ali Bektaş ile iyiliğin, aşkın, umudun penceresinden baktığımızda gün yüzüne çıkanları konuştuk.

Yazarlığın mayasında sabır var…

RÖPORTAJ: AYŞE HİCRET KARAKAYA

Toplumsal gerçeklik çizgisinden ayrılmadan, toplumun dertleriyle dertlenerek eserler üreten bir yazar olabilmeyi isterim.

Ali Bektaş tam bir edebiyat tutkunu. Çeşitli dergilerde yayımlanan öykü, deneme ve inceleme yazıları ile birlikte romanoku.org sitesini yönetiyor. Sosyal medyada edebiyata dair aktif bir şekilde üretiyor, yazarlarla söyleşiler düzenliyor. İlk romanı Gün Yüzü ile edebiyat yolculuğuna devam eden Ali Bektaş ile iyiliğin, aşkın, umudun penceresinden baktığımızda gün yüzüne çıkanları konuştuk.

Gün Yüzü’nün giriş cümlesine atıfta bulunarak başlamak isterim. “Başlarken her şarkı güzel her şiir anlamlı her yol kutsal” Romana dair hazırlık sürecinizden, hangi yollardan geçtiğinizden bahseder misiniz?

Bir bebek ağlayarak dünyaya gözlerini açtığı anda bile hepimiz onu tebessüm içinde izliyor, bir nevi bu mucizevi başlangıcı kutsuyoruz. Başlangıçlar güç veriyor insana, yaşama tutunmanın yeni bir yolunu açıyor. O bebeğin doğduktan sonra nasıl bir yolu olacağını, hangi zorluklarla karşılaşacağını, başına hangi olmaz işlerin gelebileceğini düşünmüyoruz; çünkü bu düşünce insanı tüketir, yolun kutsallığına gölge düşürür. Altını çizdiğiniz ilk cümlede olduğu gibi başladım ben de roman yazma yolculuğuna. Başlarken her şey çok güzeldi, şanslıyım ki bugün de öyle... Benden çıkıp okurların gönül bahçesinde filizlenen Gün Yüzü ile ilgili zaman zaman beni mahcup eden güzel dönüşler alıyorum. Yüreğine dokunduğum her okur ile yeniden başlıyor ve ilk cümleye dönüyorum. Başlangıçları güzellikle taçlandıran bu süreç hiç kolay olmadı. Romanın zihnimde olgunlaşması ile oturup yazmaya başladığım an arasında en az iki yıl vardır. Yazma ve yayımlanma süreçleri de üç yıla yakın sürdü diyebilirim. Şimdi size söylerken bir kez daha fark ettim ki bu işin mayasında sabır var. Bunca süre kitabın bitip bitmeyeceğini, yayımlanıp yayımlanmayacağını, sevilip sevilmeyeceğini bilmeden oturup sadece yazmak ciddi bir sabır gerektiriyor. Bu sabrı içinizde taşıdığınız sürece geçtiğiniz yollar da, yaptığınız yolculuk da keyifli bir hâl alıyor. Ve şimdi yolculukta yalnız değilim; birbirinden güzel okurlarla, dostlarla birlikte edebiyat serüvenim çok daha anlamlı bir yolda kendi hâlinde ilerliyor diyebilirim.

 

Gün Yüzü’nde aşka dair şöyle bir cümle var: “Aşk belki de hayatın can sıkıcı gerçeklerinin üzerine serdiğimiz tozpembe bir örtü. Örtüyü kaldırıp ucundan baktığımızda, çırılçıplak insanlığımızı görüp, gerçeklerden hızla kaçmayı tercih ediyoruz.” Romanınızda başkarakterlerden biri olan Umut’un dilinden yazdığınız aşkı biraz daha geniş anlamda düşünürsek, yaşama hevesimizi söndürmemek için o örtüyü kaldırmak mı gerekiyor sizce, yoksa görmezden gelmek mi? Bireysellik nereye kadar, sessizlik mi, gürültü mü?

İnsanın yaradılışından bugüne dek çözülemeyen bir mesele aşk. Hastalıklara çare bulmuş, aşılmaz yolları aşmış, sayısız uygarlık kurmuş olan insan belki de bu meseleyi çözmeyi değil yaşamayı istiyor. Hayatında bir kez bile âşık olma şansına erişmiş her insan kendini hayatın can sıkıcı gerçeklerinden kopmuş hâlde bulur. İşsizlik, gelecek kaygısı, açlık, huzursuzluk, komşunun evindeki hüzün, hatta ölüm bile ertelenmiştir onun için. Bazen düşünüyorum, aşk acaba gerçeklikten kopuş mudur diye. Umut romanda, “Aşkın gözü kördür, aklı da kıt” diye veryansın ediyor. Körlüğü hepimiz kabul ediyoruz aslında ama aşkın aklının kıtlığını da tartışmaya açabiliriz artık. Belki sizinle söyleşimizin böyle bir güzelliği de olur, ne dersiniz? Tam bu noktada sorunuza dönecek olursak, tozpembe aşk örtüsünü kaldırdığımızda aslında yaşama hevesimizi örselemiş oluruz. Yüzümüzdeki anlamsız tebessüm, içimizdeki çocuksu sevinç, kanımızdaki deli çığlık birdenbire durursa müthiş bir bocalama yaşarız. Peki, bu duruma düşmemek için çevremizde olup bitenleri görmezden mi gelelim? Romanın ana meselelerinden biri de bu aslında. Sadece bireysel mutluluklarımıza, sadece bizi iyi hissettiren güzel duyguların rüzgârına kapılıp gitmeyelim; etrafımızda olup bitenleri de görelim, başkalarının acılarına omuz verelim, yaşamı anlamlı kılalım diye haykırıyor bazen Umut, bazen Handan; hatta o her şeye boş vermiş görünümünün altından Erdinç ve tabii ki Gizem... Sessizlik mi gürültü mü derseniz, sessizliğin anlamını kavrayanlar için sessizlik en güzel şarkıdır derim. Yeter ki farkında olalım.

Hangi dergilerde yazdığınızdan da konuşmak isterim. Google’da arama yaptığımızda çıkan soru gibi Ali Bektaş kimdir, edebiyat tutkusuna dair çalışmaları nasıl ve ne zaman başlamıştır?

Google belki bizi bizden daha iyi tanıyor, bizim unuttuğumuz birçok şeyi o asla unutmuyor ama biz yine de çok güvenmeyelim derim. Gazi Üniversitesi Maliye Bölümü mezunuyum. Aynı okulda bitirmeyi başaramadığım Siyaset ve Sosyal Bilimler bölümünde yüksek lisansımı tamamlamak için “af” beklemekteyim :) Üniversite yıllarımda elime kâğıdı kalemi alıp kantinde masa masa gezerek kuracağım “Kültür ve Şiir Kulübü” için üye topluyordum. Dekanımız önce izin vermemişti kulübü kurmamıza, “Gidin Maliye Araştırma Topluluğu çatısı altında yapın faaliyetlerinizi,” demişti ama bağımsız bir kulüp olarak kurulmayı kabul ettirmeyi başardık. Çünkü şiire, öyküye, romana âşıktık. Bu aşkla kısa sürede okulun en aktif kulübü olduk. Hâlâ genç olsak da o dönemde sosyal medyanın olmadığını da belirtmek isterim. İlk yazılarım ve şiirlerim okulun bir köşesine kurdurmayı başardığımız kulübümüzün panosunda yayımlanmış oldu böylece. Bu nostalji kokulu anı parantezini kapatarak sorunuza dönecek olursam, romanım yolu yarılamak üzereyken durdum ve kendime şunu söyledim: “Ali, tamam yazıyorsun güzel ama bunları senden başka okuyan yok, belki de boşa kürek çekiyorsun, kitap bitmeden bir görücüye çıksan fena olmaz.” Bu düşünceyle ilk öykümü basılı mecrada Mikrop Dergisi’ne gönderdim ve “Mikrop Okur”  köşesinde yayımlandı. Sonra derginin davetiyle her sayıda yazmaya başladım ve hiç tanımadığım okurların beni mutlu eden dönüşleriyle yolculuğuma daha güçlü adımlarla devam ettim. Son dönemde Buluntu Kutusu Dergisi’nde yazmaya başladım ve tabii günümüzün olmazsa olması dijital mecralarda da yazmaya devam ediyorum. Daha detaylı konuşuruz belki ama sohbetimize başlarken belirttiğiniz gibi romanoku.org isimli sitemizin kuruluşu ve devam eden çalışmaları Ali Bektaş kimdir sorunuzun belki de en özel yanıtlarından biri olarak burada yer almalı.

 

Ankara’nın sizin için özel olduğu Gün Yüzü’nde okurunuzu bir gezintiye çıkarmanızdan anlaşılıyor. En güzel yerlerini romanınızda anmışsınız. Ankara’nın benim için de böyle bir anlamı var. Seyahati sevsek de Ankara’ya dönüş yolunu hep sevmişimdir. Bu bir alışkanlık mı yoksa edebiyatla bağdaştırdığınız için mi?

Altındağ sırtlarında kocaman bahçesi, kiraz kayısı ağaçları, kuşları, kedisi, köpeğiyle şirin bir gecekonduda doğdum ve lise yıllarıma kadar orada yaşadım. Yakın çevreme hep söylediğim bir şey var, gecekondunun o zor şartlarında, çamurlu sokaklarında büyümemiş olsaydım bugün Gün Yüzü’nü yazmış olamazdım. Bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum. Bazen canın sıkılır ve çekip gitmek istersin;  yeni bir şehirde yeni bir yaşam kurmanın daha iyi olacağını düşünürsün. Birçok arkadaşımla benzer isyanları büyütüyoruz ama bunu gerçekleştirenimiz çok az. Fırtınalı bir aşk belki de bu şehirle aramızdaki. Bazen kavga ettiğimiz ama onsuz da yapamadığımız bir aşk. Hatta geçmişi sağlam temellere dayanan çocukluk aşkı. Gün Yüzü’ndeki Ankara çok sevildi gerçekten de. Bu şehirde yaşayanlar, bir şekilde yolu düşmüş olanlar, özlem duyanlar hatta ön yargılı yaklaşanlar bile fazlasıyla sevdi. Bu güzel bir sonuç. Çünkü romandaki Ankara sadece şehrin güzel köşelerinden, tutkulu aşkları sarıp sarmalayışından bahsetmiyor; betona teslim oluşundan, farklı renklere karşı direnç gösterişinden de söz ediyor. Gerçekçi çizgiden kopmamış olmak okuru da bu samimiyetin içinde romanla bütünleştiriyor diye tahmin ediyorum. Romandaki Ankara bir alışkanlığın sonucu mudur bilemiyorum ancak çok iyi bildiğim, sevdiğim ve onu güzelleştirmek için kendimce mücadele ettiğim bu şehrin edebiyatımıza çok yakıştığından eminim.

 

romanoku.org tamamen edebî ve kültürel içeriğe sahip bir internet sitesi. Büyük bir emeğin ürünü. Yazarlarınızı da kendi adıma çok beğeniyorum. Tutku ve azim, kendine hayran bırakan olgular zaten. Takipçilerinizin gerçek anlamda okuyan, sorgulayan insanlar olduğunu biliyorum. Bunun nedeninin güzel işler yapmanızın yanında samimiyetiniz olduğunu da düşünüyorum. Roman Oku’nun kuruluş sürecinden, fikirlerinizden, ideallerinizden ve sonraki süreçlerde okurları bekleyen yeniliklerden bahseder misiniz?

Romanoku 2017 yılında önce instagramda, daha sonra diğer sosyal medya hesaplarında okuduğum kitaplarla ilgili yorumları paylaşacağım bir mecra olarak ortaya çıktı. Aklımın bir köşesinde “romanoku” isminin çok farklı alanları kapsayan, geniş yelpazeli bir proje olarak dallanıp budaklanması vardı. Bunun ilk adımı olarak kurduğum romanoku.org isimli edebiyat, kültür, sanat sitesi 2019 yılının Ocak ayında yayın hayatına başladı ve hem sitemizde yazan kıymetli dostların hem de bizi hiç yalnız bırakmayan kitaplara sevdalı dostlarımızın sayesinde bugün daha güçlü olarak yayın hayatına devam ediyor. “Okudukça Güzelleşeceğiz” sloganıyla yola çıkmıştık ve güzellikleri çoğaltmak için imkânlar dâhilinde yolculuğumuza devam ediyoruz. Aslında salgın sürecinden çok önce başlayan instagram canlı yayınlarımız, evlere kapanmamızla birlikte boyut değiştirdi. Son on sekiz ayda birçok yazarla canlı yayın sohbetlerinde buluştuk ve fuarlara, söyleşi salonlarına, sohbetlere hasret kaldığımız günlerin hüznünü bir nebze olsun gidermeye çalıştık. Salgın döneminde evde sıkılan herkes bir şeyler denedi ve güzel de oldu ama biz salgınla birlikte ortaya çıkmadığımız için salgından sonra da aynı aşkla çalışmalarımıza devam edeceğiz. Henüz somutlaşmamış bazı fikirlerimizin hayata geçebilmesi için de “zaman” ve “imkân” gibi iki sağlam sütuna ihtiyacımız var. Yolda olmak her durumda güzel.

 

Gün Yüzü’ne dönersek; romanın ismini çok beğendiğimi ifade ederek devam etmek isterim. Günebakan çiçeklerini anımsattı. Romanda sosyolojik ögelere sıklıkla yer veriyorsunuz. Deprem kuşağında olan ülkemize, para kazanma hırsının insanlara yaptırdığı kötülüklere, yoksulluğa, haksızlıklara, terör saldırılarına, vasıfsız iş gücüne dokunuyorsunuz. Gün Yüzü’nü okuduğumda söylemek istediklerimiz için edebiyatın ne kadar muhteşem bir yol olduğunu bir kez daha deneyimlemiş oldum. Siz neler söylemek istersiniz bu konuda, yazma sürecinizin bir parçası da bu diyebiliriz sanırım rahatlıkla?

Ne güzel özetlediniz, teşekkür ediyorum. Romanın ismi aslında yazım sürecinde farklıydı, son düzenlemeleri yaparken ismi Gün Yüzü oldu. Roman boyunca dilimin ucunda olan ama bir türlü “İşte buldum,” diyemediğim, son anda beni sarıp sarmalayan bir isim Gün Yüzü. Okurların da aynı şekilde seveceğini tahmin ediyordum ama beklentimden çok daha fazla sevdiler, sahiplendiler bu ismi. İşte siz de şimdi günebakan çiçeklerine benzeterek beni yeniden gülümsettiniz. İsim kadar beni çok mutlu eden bir diğer nokta da üzerinde durduğunuz sosyolojik ögeler olgusu. Yazdıklarınız kitaplaşıp sizden çıktıktan sonra, ben şunu anlatmak istemiştim demenizin hiçbir faydası olmuyor. Kitap çıktığında ilk dönüşü beklerken hem heyecanlı hem de tedirgindim. Acaba Gün Yüzü’nü okuyanlar onu yalnızca aşk, ilişkiler, ayrılıklar, anlaşmazlıklar boyutunda mı değerlendirir diye temeli olmayan düşünceler içine düştüğümü itiraf edebilirim. İlk okur dönüşünden bugüne dek endişelerimin yersiz olduğunu gördüm ve kuş gibi hafifledim. Bazen imrenilen bazen isyan ettiren aşk hikâyesi kadar, romanın toplumsal zemin üzerinde yükselen meseleleri de Gün Yüzü okurlarının dikkatinden kaçmadı. Sizin de belirttiğiniz gibi, söylemek istediklerimiz için edebiyat bu anlamda gerçekten muhteşem bir yol. Bir de o yolun okurun gönlünde sağlam bir köprü olduğunu gördüğünüzde değmeyin keyfinize. Bu anlamda bahsettiğiniz konular ve daha fazlasıyla ilgili dokunduğumuz noktalarda okurların da dertli olduğunu görmek güzel. Franz Kafka’nın, “İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız, okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar.” diyerek özetlediği durumun tam karşılığıdır Gün Yüzü. Bunu okur dostlarımdan aldığım sayısız yoruma dayanarak söyleme haddini buluyorum kendimde.

 

Gün Yüzü’nü okurken karakterlerin oluşum sürecini merak ettim. Oluşturduğunuz kişilik yapıları hikâyeye tam olarak oturmuş ve katkı sağlamış. Özellikle Umut’un duygu yoğunluğu, şairane ifadelerinden ve günlüklerinden anlaşılıyor. ‘Umut Güncesi’ olarak isimlendirilen ve roman boyunca devam eden bölümler ile farklı bir okuma süreci sunmuşsunuz. Karakterlerin oluşum süreci ve belirlediğiniz yöntemlerle ilgili neler söylersiniz?

Umut, Yıldız ve Handan, hikâyeyi kafamda genel hatlarıyla canlandırıp roman yazmak için karar verdiğim ilk anda birdenbire yanımda belirdiler. Ne olduğunu anlamaya çalışırken koluma girdikleri gibi beni masanın başına sürüklediler. Cümleler paragraflarla, paragraflar bölümlerle birleştikçe biz de çoğalmaya başladık. Gizem, Erdinç, Hasan, Rıza, Gülsüm, Kadir Bey, Tarık ve Nergis derken diyardan diyara, bugünden geçmişe, geçmişten düşe, düşten gerçeğe dolaşmaya başladık. Küçük bir ordu olduk âdeta. Bazen onlar komutan oldu ben düştüm peşlerine, bazen ben komutan oldum onlar düştü peşime. Ama kimseye savaş açmadık, savaşımız kendimizleydi. Anlatacaklarımın genel hatları, varacağımız yer, oturduğumuz zemin en baştan belliydi ama takdir edersiniz ki yol da yolculuklar da sürprizlerle dolu oluyor. Evdeki hesabın çarşıya uymadığı anlar da oldu, yazarken değişen karakterler, olaylar da. Yazı masama oturduğum an eğer odaklanmışsam karakterin ruh hâline bürünüp onunla birlikte yaşayarak ilerliyorum genelde. Umarım bu durum yazacağım diğer kitaplar için de geçerli olur, çünkü bu yöntem beni mutlu ediyor.

 

Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam isimli eserinde bir sözü var; “Bol bol okuyun ve okumayı terk etmeyin. Derdi olan insan okur derdi olmayan da okuyarak dert sahibi olur. Asıl mesele bir derdimizin olmasıdır.” Yaptığınız tüm çalışmalar için bol bol okuduğunuz aşikâr. Dert sahibi olmayı ise insan olmanın gereklerinden olarak görüyoruz. Edebiyat dünyasında sürekli bir devinim hâli var şüphesiz. Bu bağlamda okuma sürecinizi nasıl yönetiyorsunuz?

Bizler de dertlerimize okuyarak yeni dertler ekleyenlerdeniz sanırım.  Pir Sultan Abdal’ın “Derdim çoktur hangisine yanayım, yine tazelendi yürek yarası” sözleri geldi benim de aklıma. Bakın yine dertlendim. İnsanın dertsizi makbul müdür ya da dertsiz insan var mıdır, sorusu bir köşede dursun, biz edebiyata bakalım. Yazarın çizgisiyle, tercihiyle, yöntemiyle alakalı farklılıklar elbette olacaktır ama bence yazılan metnin bir derdinin olması gerekir. En azından ben böylesini tercih ederek ilk romanımı okurla buluşturmuş oldum. Toplumsal gerçeklik çizgisinden ayrılmadan, toplumun dertleriyle dertlenerek eserler üreten bir yazar olabilmeyi isterim. Okuma sürecimi yönetme konusunda ise hayatımdaki birçok konu gibi çok düzenli olduğum söylenemez. Bir programa sıkışırsam, hemen ona itiraz edip çizginin dışına çıkma hissine kapılıyorum. Dağınık bir okur olduğumu söyleyebilirim bu anlamda. Okuduğum bir metni mümkün olduğunca yan okumalarla desteklemeye, özellikle son dönemlerde eleştirel okuma gözlüğümü pek çıkarmamaya özen gösteriyorum. Bu sorunuzu cevaplarken zihnimde okunmayı bekleyen kitaplar ordusu gövde gösterisi yaptı, size de çok selam söylediler. Bana Gün Yüzü hakkında konuşma ve kendimi ifade etme imkânı sunduğunuz için size ve Redaktör Haber ailesine çok teşekkür ediyorum. Özenle hazırlamış olduğunuz soruları cevaplamak yeni bir kitaba başlamak kadar keyifliydi.

 

Redaktör Haber ailesi olarak çok teşekkür ederiz.