Mutlak bir çıkmaz yol

Modern olandan geleneksel olana kaçarken bile aslında o modernitenin çemberin-de kalarak, bir kaçışa inanıyoruz: Bu mutlak bir çıkmaz yol...

Mutlak bir çıkmaz yol

RÖPORTAJ: AYŞE HİCRET KARAKAYA

İlk öykü kitabı Mutlak Bir Çıkmaz Yol ile bekleyenlerini sevindiren Abdullah Kasay’la edebiyat, fotoğraf, sinema ve sanat yoluyla yaşamla kurduğumuz bağa dair kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Mutlak Bir Çıkmaz Yol ilk öykü kitabınız. Öyküyle ilgili farklı yollar denemekten de çekinmediğiniz görülüyor. Örneğin küçürek öykülere yer vermişsiniz. Genel olarak Mutlak Bir Çıkmaz Yolun yazım ve yayımlanma sürecinden bahseder misiniz?

Mutlak Bir Çıkmaz Yol’da esasen bugüne değin dergilerde yayımlanan tüm öykülerimi topladım. Uzun öykülerin yanında küçürek öykülere yer verişim de aslında kurmacanın imkânlarını denemek. Uzun, kısa ya da çok kısa öykülerle de bir anlam kotarabilir miyim düşüncesinin denemeleri. Ve her ikisinde de çocuk öznelerin yer alışı, çocukların o kısacık cümlelerinin de koca birer hayret ifadesine dönüşebileceğinin bendeki izdüşümü. Ve kurgu gibi gözükse de (ya da zaten değil) tüm bu diyaloglar gündelik hayatta o kadar sık yaşanmakta ki. Çoğu zaman geçiştirdiğimiz bu diyaloglar bizler için aslında çocukların o kocaman dünyasına daha çok kulak kesilmemiz gerektiğini gösteriyor. Zira onların saf, duru bakışlarında çok büyük anlamlar saklı. Bu iki öyküde de belki de uzunca aktarılacak bu “hikmetli bakışı” yansıtmaya çalıştım. Yaklaşık yedi yıldır biriken (çok aralıklı öykü yazma imkânı bulabildim zira) öykülerin toplamı oldu kitap. Bir de çok aralıklı yazıldığı için bütüncül bir dosya olabilecek mi endişesi vardı bende. Fakat baktığımız zaman aslında geride bırakılan tüm bu izler birbirinden alakasız gibi dursa da koca bir bütüncül anlatı. Sanırım bu her yazar ya da her sanatçı için aynıyla geçerli. Elbette yazarın bir araya getirişi kadar okurun zihninde nelerin bir araya geldiği de mühim. Fakat yazar bunun künhüne sanırım asla varamayacak. Zira her bir okur için anlam, bütünsellik değişecek. Ya da her an değişmekte. Bu kitabı on yıl sonra yeniden değerlendirme imkânı bulduğumuzda benim için de çok şey yer değiştirmiş olacak. Yine de o parçalar da bir çerçevenin içini doldurmaya devam edecek.

Kitabınızın editörlüğünü Abdullah Harmancı üstlenmiş. Abdullah Harmancı ismini seneler evvel ilk kez babamın notları arasında görmüştüm. Bir yazarın başka bir yazar hakkındaki düşüncelerini kaleme almasını gelecek nesiller için bırakılmış mektuplar olarak görüyorum. Abdullah Harmancı ile tanışıklığınızı; hayata dair, edebiyata dair size katkılarını anlatır mısınız?

Abdullah Harmancı ile tanışmam bir dergi çıkarma macerasıyla başladı. Van’dan döndükten sonra Ömer ile (Korkmaz) tanıştık. Çok sık bir araya geliyorduk, heyecanlıydık. Yaşadığımız şehirde, bir araya gelebileceğimiz insanları aramak için düştük yola. Endülüs Kitap Kafe vardı o zamanlar Konya’da. Bu buluşmalarımız bir dergi adına da olmalıydı diye düşündüğümüz bir zamanda arka masadan tam da duymak istediklerimizi konuşan birilerine denk geldik. Bu isimler sonrasında bizim, tabiri caizse kader arkadaşlarımız olacaktı. Sadece edebî manada değil, her manada. Dostluklarımızda, arkadaşlıklarımızda, düğünlerimizde, cenazelerimizde… O gün Ulvi Kubilay Dündar ve Abdullah Harmancı Mahalle Mektebi’nin 7/8. sayısını konuşuyorlardı. En az bizim kadar heyecanlılardı. Sanki bir derginin ilk sayısının heyecanı vardı üzerlerinde. Ki zaten bu heyecan her sayı aynı oranda sürdü. Abdullah Harmancı’ya, Ulvi Kubilay Dündar’a niyetimizden bahsettik; tuttular bizi kolumuzdan Alaaddin İş Hanı’na götürdüler. İşte dediler dergi, bu da bürosu... Bizi o gün o yoldan döndürüp, -iyi ki de döndürüp- beraberliğimizi sürdüreceğimiz uzun bir yola çıkardılar. Önce nasıl okumam gerektiğini öğrendim sanırım ben Mahalle Mektebi’nde. Dergi iddiasıyla yola çıkan bizlerin, en başta iyi bir okuyucu olmamız gerektiğini anlamıştım bu süreçte. Harmancı’nın bu manada üzerimizde emeği çoktur, benim ve yaşıtım edebiyatçı arkadaşlar üzerinde. Ki o emek hâlen başka gençler üzerinde de sürmekte. Bir okuma seyri bulduktan sonra, yazmaya daha bir güvenli adım atıyor insan. Öncesinde isimlerini duyduğumuz birçok yazar ya da şairle beraber çay içmek duygusu… Bu inanılmaz bir nimetti o zamanlar ki hâlâ da öyle. Bütün bunlar da sadece edebî dünyama değil, insan olarak bana çok şey katıyor. Bu manada Harmancı’yı sadece edebî kimliğiyle değil insanî birçok yönüyle de tanıyorum. Kitabın arkasına yazılmış yazı ise bunların sadece bir cüzü.

Fotoğraflarınızdan bahsetmek isterim. Susan Sontag Başkalarının Acısına Bakmak kitabında der ki: Fotoğraf gerçeği işaret eder ama tamamını göstermez.” Ben de kurguda aradığımız hakikati fotoğraflarda yakalayabildiğimize inanıyorum ve bu yüzden fotoğraf çekmesem de ilgi alanım. Bazen bir fotoğrafa film izler gibi uzun süre baktığım, incelediğim oluyor. Çeken kişinin günlüğünü okuduğumuz kanaati uyandırıyor bende. Fotoğrafın sizin için anlamı nedir?

NTV’de Oğuz Haksever’in sunduğu Ve İnsan programında, fotoğraf karelerinin yorumlandığı bir an vardı: O An. O anlar, fotoğraf sanatının muazzamlığına dair TV ekranlarında kaydedilmiş, en güçlü yorumların dile geldiği bir zamandı. Bu zamanlarda fotoğraflar üzerine sık sık düşünme fırsatı bulmuştum. En başta denilebilir ki hayatın kocamanlığının, insana dair olanların tamamı en yalın hâli ile fotoğraf sanatında vücuda geliyor. Fakat günümüzde görselle harmanlanmış bu akışkan zaman diliminde, görselin de sözün önüne geçişiyle, fotoğraflar bağlamını yitiriyor. Fakat bunu dile getirmeden önce başa dönersek, fotoğraf sadece bir sanat, bir belge ya da vesika ve bunların da ötesinde hayatın tanıklığından ziyade hangi işlevleri üstlenmişti? Bu temel soru aslında edebiyat, müzik için de kurulabilecekken fotoğraf bu bağlamda biraz daha ayrışmakta. Bu ayrışma, fotoğrafın hem doğrudan “tekniğe” dayalı oluşu ile ilintili hem de “yorum” içermesi. Bu yorumun alıcısı bizler de yorumu yeniden yorumlayarak fotoğrafı her seferinde yeniden üreterek farklı bağlamlara teşne bir biçimde bu ilişkiyi sürdürüyoruz. Baktığımız zaman bu durum aynı zamanda sembolik ve ikonik bir etki de ortaya çıkarmakta. Fakat günümüzde bu etkinin oldukça daraldığını da görmekteyiz. En başta bu daralışın dinamiği olan durum fotoğrafın gündelik hayatta oldukça yaygın biçimde yer alışı. Bu yer alıştan dolayı “her şeyin fotoğraflanır” hâle gelişi ile kategorize ve atomize olmuş bir alana aktarıyor fotoğrafı. Dolayısıyla fotoğrafın anlamını yitirişi de bu bakımdan dile gelmesi gereken bir husus. Diyebiliriz ki postmodernitenin etkileri edebiyat, sinema ya da gündelik hayatı bir “yapı bozuma” uğratmıştır. Bu “bozulma”, fotoğrafın bağlamsallığını da okuyacak ve yorumlayacak alanı da oldukça lokal bir alana itmektedir. Bu lokalize oluşla beraber fotoğraf sanatının etki düzeyi de toplumsallığın dışına itilerek bir “hobi” alan yaratmakta. Ve fotoğraf üzerinden sürdürülebilecek bir “okuma” metodolojisi de oldukça grileşmektedir. Başa dönersem, NTV’deki O An programında fotoğrafla beraber sunulan “metin” bize aslında bu “yeniden üretimin” ve yeniden “yorumlamanın” somut bir örneği idi. Umulur ki fotoğraf bu “bağlamına” geri dönerek, hayatın anlamsallığına katkı alanını yeniden çoğaltabilir…

Mutlak Bir Çıkmaz Yolda taşra, köy hayatı temaları öne çıkıyor. Son dönem öykü konularını da düşünürsek modernizmden gelenekselliğe bir kaçış olarak nitelendirmemiz mümkün müdür? Kendi geçmişimize, çocukluğumuza dönüşümüzün edebî hayatımızı da etkilediğini gözlemliyorum. Geçmiş ile yeterince bağ kuruyor muyuz sizce? Ve sanatın bu bağı kurmaya katkısı nedir?

Dünü bile özlüyoruz. İçinde bulunduğumuz durumda bu özlemin daha da arttığı bir gerçek. Ama benim kastettiğim, geçip giden her şeyle bir uzantı hatta uzlaşım kuruyoruz içimizde. Modern olandan geleneksel olana kaçarken bile aslında o modernitenin çemberinde kalarak, bir kaçışa inanıyoruz: Bu mutlak bir çıkmaz yol. Çıkmazları çıkar kılan ise çocukluk ile aramızda kurduğumuz bağ. O bağı sağlamlaştıransa sanat. Cümlelerimizin yetersiz kaldığı yerde sanatla o bağı güçlendirip anlamlandırıyoruz biraz da. Şu an hepimizin inandırıldığı bir şey var: modern insan her şeye vakıftır ve her türlü çıkışın kapısı ona açıktır -maddi gücü de varsa hele ki-. Bu manada her birimiz herhangi bir olay karşısında yani bir yerlerde tökezlediğimizde o hâlin içerisinden çarçabuk kurtulma yolları arıyoruz. Fakat hayat bir yanıyla bir yerlerde kaybetmek de demek. Çıkmaz bir yola girdiğimizde orada durup kalmak, o hâlin bize yaşattığı duyguyu taşımak ve sürdürmek hususunda gittikçe acemileşmiş durumdayız. Dolayısıyla öykü konuları elbette bundan bağımsız değil, bu saydığım hâllerle doğrudan ilintili. Fakat bu bir nostalji özleminin halet-i ruhiyesi ile bilinçli bir biçimde yapılmış bir şey de değil. Bence herkes biraz da okumak istediğini yazıyor. Dolayısıyla bu bağı kurmanın yolu kimi için edebiyat kimi için 80’lerde çalan, kendisine o zamanları anımsatan bir şarkı. Bağ kuruluyorsa bir yerde bağlanma da gerçekleşmeli. Fakat insanımız gün geçtikçe daha şedit, nobran… Sanat bu bağı kurmaya yeterli fakat tek başına anlam ifade etmiyor. Mimariden, yaşam tarzımıza, doğa ile olan bağımızdan, okuma-izleme-dinleme kültürümüze kadar birçok şeyi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Belki bu şekilde çocukluğa yeniden bağlanırız.

Mahalle Mektebi Dergisinin yazı işleri müdürüsünüz. Dergiciliğin edebiyata şüphesiz büyük bir katkısı var. Bazı tartışma başlıklarında sizin görüşlerinizi merak ediyorum. İlki kitap tanıtım yazıları, ikincisi dergilerde yayımlanan eserlerin niteliği ve son olarak yeni isimlere yeterince yer açılmaması.

Dergiciliğin edebiyata katkısı tartışılmaz bir gerçek. Kitap tanıtım yazıları ile ilgili eleştirileri evet belki önemsememiz gerekiyor. Fakat dergiler kendisine öyle bir yer açmışsa, belli bir alanda belli bir formatta bu iş sürdürülmekte ise kitap tanıtım yazıları özelinde sürdürülen eleştirilerin “yapısal” olarak bu işin doğasıyla olan uyumuna göreliğini de gözden geçirmek gerekiyor. Ayrıca şu da bir gerçek, bir eserin iyiliğini kötülüğünü tartışma zemini, eserin ortaya çıkışının hemen akabinde ne derece sağlanabilir? Biraz zaman geçmeli “tanıtım” dışına çıkmak için sanki. Yazarın birkaç kitabıyla bir arada değerlendirmelerde bulunulmalı bazen. Yine de bir “konfor” alanında sürmekte bu iş. Onu da elbette belirtmek gerek. Suya sabuna dokunmamak temelli bir hâl de mevcut.

Dergilerde yayınlanan eserlerin niteliği derginin kendi niteliği ile de ilişkili. Dergilerde yayınlanan her eser dergi yazısı olmayabiliyor ya da o hüviyeti sağlayan ne? Derginin geçmişi, yayın kadrosu o nedenle belirleyici unsurlardan. Dergiler rüştünü ispat etmenin tartışmasız en önemli kanalı elbette yine de. Bugün baktığımızda dergi kültüründen gelen isimlerin edebiyat dünyamızdaki yeri tartışılmaz ki zaten edebiyatla ilgilenen hemen herkesin iyi veya kötü bir dergi geçmişi var. Yeni isimlere yer vermek konusunda ise, günümüzde kitapları ile ortaya çıkan yazarların biyografilerinde yazdığı dergi isimlerine bakmak gerekiyor. Hangi derginin ismi çokça zikredilmişse o dergi “yeni isimlere” yeterince yer vermiştir sanırım. Çok düz hesap oldu ama bu böyle.

Birçok edebî türde yazıyorsunuz, editörlük ve yazı işleri müdürlüğü yapıyorsunuz, fotoğraf çekiyorsunuz, sinema konusunda üretiyorsunuz. Biyografinizi okuyunca sanatın farklı görme biçimleri sunmasının olanaklarından sonuna kadar yararlandığınızı düşündüm. Bir öykü okuduktan sonra yazarın biyografisini okuyunca daha iyi çözümleyebiliyorum. Ya da piyano çalışırken bestecisinin hangi dönemde, ne üzerine bestelediğini öğrenince tüm duygum değişiyor. Bu bağlamda sanat ile hakikati nasıl bağdaştırıyorsunuz? Ve sanatla nasıl bir değişim hedeflenebilir sizce?

John Berger’in “Görme Biçimleri” isimli kitabı “Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.” cümlesiyle başlar. Görsel bir çağda yaşıyoruz. Buradaki görsellik görme biçimlerinin hayatımıza evrilmesiyle de ilişkili. İşte tam da burada sanat devreye giriyor ve görme biçiminizi, bakış açınızı değiştirip, size oradan hayale ve yaşamın anlamına yani birbirinden bağımsız iki olguya kapı aralıyor. Sanat bir hayalle başlıyor ancak hakikate kapı açıyor?  “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar”. Çok sarf edildiği için bazen klişeye dönen bu cümle, çok ama çok mühim bir işaret… İşte hayal ettiğimiz sınırlar içerisinde varlığımızı ortaya koyuyoruz, bu bazen bir tını, bazen bir fırça darbesiyle bazen sözle gerçekleşse de yaşamak anlam buluyor. Fakat farklı mecralarda da dile getirdiğim bir şey var:  Ömer Lekesiz’in, kitabının da adını oluşturan çok değerli bir sorusu vardı: Sanat Bizim Neyimize? Bu soru epeyce benim de zihnimi hem edebî çabalarım hem de sair uğraşlarım için meşgul etmişti. Etmeye de devam ediyor. Zira tüm kimliklerimizin önündeki Müslüman hassasiyet, sanatın ya da tüm uğraşların da bir noktada “estetik” yönüyle daha ilgili. Yani sanat ile kurduğumuz bağın duygusal yönüyle, iç dünyamızı güzelleştiren taraflarıyla… Günümüzde ise bir sanat oburu olmamız an meselesi. Ne şekilde ve ne kadar gıda alacağımız problemi yaşıyoruz. Bunun da ötesinde, bu gıdayı kimlerin elinden aldığımız sorunu ise daha büyük. Bu durum, “… sanatımız da kulluk üzerinde değil, mezkur kabuller üzerinde şekilleniyor ve Tanrı ile bağını kopartmış insanın zihnî kirliliğini aklın sınırlarını keşfe çıkma yanılsamasıyla baş tacı ediyoruz.” diyen sevgili Lekesiz’in meseleye yaklaşımını, her türlü sanatsal çaba için düşünmemiz hususunda önemli hâle getiriyor. Bakıldığı zaman modern düşünce karşısında sanatsal ve bilimsel faaliyetlerimizin, “kutsal ile kuracağı ilişkinin” boyutu bu noktada bizlere bir çıkış sunabilir. Zira temel olarak bu ilişkinin ortaya çıkaracağı sonuçlar, metafizik olanla kurulacak münasebete dayalı olacağı için, “hikmeti” de gerçeğin nihai bilgisine ulaştıracak yönüyle gerek sinema içinde gerek sanatın diğer tüm alanları içinde yeniden belirginleştirebilir. En azından karşımızda bunu sağlayabilmiş az da olsa örnekler mevcut. Bunları çoğalttığımız zaman kültürel sermayeyi, biriktirilmesi gereken yönünden kurtararak tüm insanlığın paylaşımına doğru çevirebiliriz. Hem sinemada hem de edebiyatta ya da sanatın her alanında… Zira anlamın yitirildiği, yerine her türlü bilginin koyularak, temelde mananın da düşünce yoluyla kazanıldığı ve böylece tümden varoluş ve gerçekliğin “kavranabilir bir düzeye indirgendiği” bu dünya imajının karşısında çıkarabilecek hakikat parçalarımız ziyadesiyle mevcut.

Öğretmensiniz. Sık sık öğrencilerle söyleşiler gerçekleştiriyorsunuz. Gözlemlerinizi paylaşır mısınız? Öğretmen olmanın; farklı kültürlere, farklı duygulara sahip bireylerle iletişim içinde olmanın edebî hayatınıza katkısı hakkında neler söylersiniz?

Öğrencilere temas ettikçe daha çok yapmak istediklerim, ortaya koymaya çalıştıklarım hız kazanıyor. Görselle yoğrulan bir nesil var önümüzde. Ne okuyacağız sorusundan ziyade çocukların ya da biz yetişkinlerin “ne izleyeceğiz” problemi var artık. Hangi yaş grubundan olursak olalım seçimlerimizde zorlanıyoruz. Bu durum çocuklar ya da gençler içinse daha güç... Dolayısıyla bu alanda yoğunlaşan bazı çalışmalar devam ediyor bir kısmı da yakında kitaplaşmış olacak. Öğretmenlik ikliminin dinamikleri bir edebiyatçı için elbette çok daha itici bir güç. Fakat bu tetikleyicilik; metnin kendisini beslediği, içinde insanın kalmadığı bir sanatın peşinden koşmak adına bizi diri tutan bir yere tekabül etmemeli. Yani öncelikle hayatıma kattıklarını önemsiyorum sonrasında olması gerekeni, olan kadarlarla sürdürürken, olmasını beklediğimizden çok daha fazlasını sunuyor bana tüm bu hayatıma katışlar. Dolayısıyla söyleşilerden ya da farklı kültür farklı duygulardan insanlarla, çocuklarla gençlerle bir araya gelmenin “hayret” duygumu pekiştirmesini önceliyorum daimen.

Mutlak Bir Çıkmaz Yola dönersek, öykülerinizde psikolojik ögelere, doğanın bin bir türlü hâline ve insan ilişkilerine dair çok güzel cümleler var. Öyküleriniz için nelerden ve hangi kaynaklardan besleniyorsunuz?

Birçok ismin yoğunlaştığı tek bir alanla anıldığını biliyoruz. Yani bir kişiyi o öykücüdür ya da şairdir diyerek kategorize ediyoruz zihnimizde doğal olarak. Fakat insanî birçok yanımız bunlarla gölgeleniyor bir bakıma. Edebî kimliklerimiz bazen çoğu şeyi görmeye, hissetmeye adı konulmamış bir kural gibi engel oluyor. Benim için edebiyat hayatımın herhangi bir cüzü, tamamı değil. Bu nedenle üretebileceğim, kendimi iyi hissettiğim alanlarla ilgilenmeye devam ediyorum. Bütün bunlar da birbirini besliyor. Bunları birbirinden ayırmak, zaten hayatın doğal akışına da ters. Onun için sadece bir şeyle anılmak gibi bir düşüncem asla olmadı. Her şeyden önce insanız… Bunu sürdürebildiğimiz her ne varsa hayatta, peşinden yürümek gerek.

Editörlüğünü üstlendiğiniz Perdenin Ötesine Bakmak-Yazarın Sineması isimli kitabın arka kapak yazısından alıntılamak isterim: Görselin sözün önüne geçtiği dünyada yazar’ın, yani hâlen söz söyleme eylemini sürdürenlerin gözünde görüntünün neye karşılık geldiği oldukça önemli.” Özellikle günümüz kültür iklimi ile ilişkilendirerek sözün önemine dair neler söylersiniz?

Yukarıda da değindik görmenin konuşmadan önce var olduğuna. Göze çalan ne varsa hep öndeydi aslında. Söz sonra söylendi. Hayatta da böyle değil midir, önce görür sonra söyleriz, söyleme ihtiyacı hasıl olur. Günümüzde sosyal medyanın da etkisiyle söz söylemek eskiye nazaran daha kolay ve daha çok kitleye ulaşılabilir kılıyor düşüncelerimizi. Hal böyle olunca herkesin de söyleyecek bir sözü var elbet. Haliyle söze dair bir yozlaşmadan söz edebiliriz bu durumda ne yazık ki. Kitab-ı Mukaddes “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrıyla bileydi, söz Tanrıydı.” ifadesiyle başlar. Kutsal kitabımız ise “Oku” emriyle, yani sözü dile getirmekle. Herkesin bir şeyler söyleyerek var olma çabasına büründüğü bir çağda belki de en güzeli az ama özü, öze söylemek olsa gerek. Kültür iklimimizi yeşertecek olan da bu özde gizlidir belki. Sözümüzü bizim Yunus’un dediği gibi söylersek eğer, sözümüz ilahi bir kelama dönüşecek; agulu aşı yağ ile bal edecek.

Son olarak tabii ki sormak isterim, “Şiir gibi filmdi,” dediğiniz, sizi besleyen, yüreğinize dokunan film tavsiyeleriniz olur mu okurlarımız için?

Abbas Kiyarüstemi en sevdiğim yönetmenlerden. Ve yine çocukluk ülkesine dair filmi geliyor aklıma ilk elden: Arkadaşımın Evi Nerede? Bunun haricinde sayacağım tüm filmlerse bu çocukluğa şerh düşmek gibi. Cast Away, Tabutta Rövaşata, Sonsuzluk ve Bir Gün, Bal, Véronique’in İkili Yaşamı, Özgürlük Yolu, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Bir Zamanlar Anadolu’da… Her bir filmdeki tüm karakterler, bana bir zamanlar onların da çocuk olduğunu hatırlatıyor. Sahi o ülkenin sınır kapısı nerede?

Çok teşekkür ederim.