Yazar Manolya Gürocak: Sayfalarını koparıp fiilen yemek istediğim eserler olmuştur

2019 yılında İz Yayıncılık’tan yayımlanan ilk romanı Sağanak ile düşünce kalıplarımızın sınırlarını zorlayan Manolya Gürocak ile ütopyalara, hakikate, insanın ruhunu arayışına, okumaya, edebiyata ve sanata dair kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yazar Manolya Gürocak: Sayfalarını koparıp fiilen yemek istediğim eserler olmuştur

Röportaj: Ayşe Hicret Karakaya

Redaktör Haber’de sizlerle kitaplara, filmlere ve yaşama dair buluşmalarımız, yazarlarla gerçekleştireceğimiz röportajlar ile devam edecek. Edebiyat ve sanata verdikleri destek için Redaktör Haber ailesine teşekkür etmek isterim.

2019 yılında İz Yayıncılık’tan yayımlanan ilk romanı Sağanak ile düşünce kalıplarımızın sınırlarını zorlayan Manolya Gürocak ile ütopyalara, hakikate, insanın ruhunu arayışına, okumaya, edebiyata ve sanata dair kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.

-Türü ne olursa olsun bir metin ortaya çıkarmak çok büyük bir çaba ve öz disiplin istiyor kuşkusuz. Bunu sağlayabilmek adına siz neler yapıyorsunuz?

Güne; bugün, şu saatte uyanıp, yüz sayfa okuyup, yirmi sayfa yazacağım diye başladığım zamanlar olur. Gerçi böyle başladığım günler genelde aksilikler çıkar. Ben de her şeyi kontrol edemeyince hiçbir şeyi kontrol etmek istemem ve bir müddet koyuveririm her şeyi akışına. Ama bunu da hakkını vererek yaparım, kendimi suçlu hissetmem.  O gün iki saat fazla uyuduysam “demek ihtiyacım varmış” derim, o iki saat fazladan uykuyla bir hastalık savdığıma inanırım. Planladığım yazıyı yazamadıysam “Farz-ı kifaye değil nasılsa” diye kendimi avuturum. Elli sayfa okuyabilecekken arkadaşlarımla bir saat çene çalmak bana azap vermez, çünkü öğrenmenin kitap okumakla sınırlı bir deneyim olmadığını düşünürüm. Rüyalarda bile süregiden bir serüven, öğrenmek, der, avunurum. Sonra zıvanadan çıktığım er geç ortaya çıkar, alarmlar da iş görmüyordur. Sigorta işleviyle annemi ve kız kardeşimi devreye sokarım: “Beni şu saatte uyandırın, şu saatte yürüyüşe gönderin.” Onlardan biri bazen söylenerek bazen de memnuniyetle zebella gibi odamda belirip sorumluluklarımı hatırlatırlar. Uykumu düzene koymaya ant içer ve başarırım, çalışma saatlerim ritme oturur. İşe yaramama kaygısı üzerimden kalkar. Özgüven ve özsaygı ibrem fırlar, yakıt fullenir; o gazla planladığım işleri bir çırpıda tamamlarım. Ama bir şey başarmanın bir an süren sarhoşluğundan bile hemen yararlanıp rehavet kanıma yeniden giriverir. Sonra atalet tedbirleri kapsamında kendime yeni bir plan yaparım. Böyle takıl tokmak devam eden bir üretim sürecindeyim. Kendimi asla yeterince üretken bulmuyorum. Bu durum bazan ben de memnuniyetsizlik yaratıyor. Benden çok genç yaşlarda başyapıtlarını ortaya çıkarmış, sayısız eser vermiş kimi yazarları düşünüp, imrenirim, yetersizlik hissine kapılırım. Sonra kendime daha fazla kıyamam, her şeyin vakti zamanı vardır, senin de patır patır çiçekleneceğin bir mevsim gelecek, bak peygambere kırk yaşından sonra nice işler başardı derim. Az sayıda eserle büyük etkiler uyandırmış yazarları düşünürüm.

Bir de bir his var içimde; pek hevesli olmasam da uzun yaşayacakmışım gibi geliyor. Üstelik genç de hissediyorum. Heyecan, heves, ateş hepsi ciğerimde sıcak, tavında.

İşin gerçeği, soruyu ilk işittiğimde hiçbir şey yapmıyor gibi hissettim, utandım, sıkıldım. Ama bir metin ortaya çıkarmak için hiçbir şey yapmıyor değilim ki hatta çok şey yapıyorum:

Okuyorum, düşünüyorum, hayata karışıyor, insanlarla konuşuyorum, ilişkiler kuruyorum. Bunları şuursuzca da yapmıyorum. Ancak doğal bir akışta, öyle kendiliğinden gerçekleşiyor ki yorulmuyorum, bu yüzden bir şey yapıyormuşum gibi gelmiyor. Bilhassa düşünmek, varlığımda öyle içkin bir şekilde gerçekleşiyor ki, nefes almak ne kadar yorabilir…

-Romanda Efsun’un söylediği “Duvardaki şu salyangozlar gibi, ağaçlar gibi hayatta ne işe yaradığımı bulana kadar düşünmek istiyorum.” cümlesi en çok paylaşılan cümle olmuş sosyal medyada. Meryem karakteri ise bu tarz düşünceleri gülünç ve ütopik buluyor. Anlam arayışımızla ilgili benim de altını çizdiğim, notlar aldığım bölümler var romanda. Hakikati nasıl ve nerede aramalı sizce?

Hakikat insanın içindeki mikro âlem ve dışındaki makro âlemde eş zamanlı olarak aranmalı. İç görüye eşlik eden bir dış görü olmadıkça insan içine hapsolur, yalnızlaşır ve hezeyanlar içinde kaybolur, er geç kendini meleklik sanrılarına kaptırır ve karanlığın oyuncağı olup çıkar. Aksine dış görüye eşlik eden bir iç görü yoksa o zaman da dünyevileşerek insanlıktan uzaklaşır. Peki, bu iki âlemde nasıl arayacak onu? Bence insanın arayışı, bulunmaya hazır hâle gelmek için olmalı. İnsanın onu aradığından daha büyük bir şevkle konaklayıp yerleşeceği bir kalp arayan bir aydınlıktan bahsediyoruz. İnsan o aydınlık hüzmesinin kabı olmaya bakmalı. Onun karşısında erimeyecek kadar dayanıklı metanetli, o ışığı örtmeyip yansıtacak denli şeffaf ve iletken, saf, parlak bir cevhere sahip olmalı. Böyle bir cevher elde etmek için kalbin nasıl tezkiye edileceğini anlatan pek çok eser kaleme alınmış âlimler tarafından. Ben kendi adıma Gazzali ve Mevlana hazretlerinin eserlerinden istifa etmeye çalışıyorum.

Elbette bu gayreti göstermek için heves duymak da bir nasip. İçinde öyle bir heves duymayanlar ise en azından heves etmeye heves edebilirler. O ilk hareketi başlatacak enerjiyi ise insan dua ile yaratabilir. Ben en azından böyle deneyimledim.

-“Fikirlerimi sonu 'izm' ile biten bir kelimeye sığdırmaya korkuyorum.” Ben de her konuda fanatiklikten uzak durmaya çalışan biri olarak, romanın ana fikrini iliklerime kadar hissettim. Modernizm, kapitalizm gibi hepimizin eleştirdiği dünya düzenine edebiyat ve sanatla ne kadar karşı koyabiliriz sizce?

Edebiyat ve sanatın diğer dalları, eleştirdiğimiz “izm”lere hizmet de edebilir, onlara karşı da koyabilir. Burada belki ilkin eleştirel bir düşünme tarzı benimsenmeli. Bunun için cari eğitim sisteminin, toplumsal, kültürel dayatmaların; saf aklın işletilmesinde yarattığı tahribatlar tespit edilmeli. Öte yandan bu bir paradoks içeriyor. Çünkü bu handikaplar eleştirel düşünmenin önündeki en büyük engeller ve eleştirel bir bakış olmadan aşılamaz. Sanat eserleri de sanırım bu kilidi açmak için var. Kendi başımıza, kendi aklımızla aşamayacağımız engelleri, hasbelkader aşmış yazarların, sanatçıların yardımıyla aşabiliriz. Elbette izmlere hizmet eden sanat eserlerinin zindanına da hapsolabiliriz. Bu tehlikeye karşı insan her şeyi karşıtıyla öğrenmeli. Bağnaz olmamalı. Evren, diyalektik yasayla işler. Böyle bir evrende başlayan öğrenme sürecinin ilk aşaması iki kutbu tanımaya yönelik olmalı (teslim olmaya değil). İkinci aşamada bir tavır, bir duruş benimsemeli. Böylece şuurunun dışındaki alan ışıklanmaya başlar. Şuurun sınırları genişledikçe yönü de belirir, o artık fikir sahibidir ve eyleme geçebilir. Ve kendi geleceğine, kaderine ipotek koymaya kalkışan, anti-dirimsel her izme, sonuna dek karşı koyabilir. Onları yıkıp, yenilerini kurabilir.

-Okumak, yazmak ve yayımlamaktan daha kolay bir edim gibi görülüyor genele bakarsak. Sizin nitelikli okuma ile ilgili görüşleriniz nelerdir? Ve yayımlamanın da zorluğu aşikâr. Siz nasıl bir yolculuktan geçtiniz eserleriniz yayımlanırken?

Güdümsüz bir niyetle esere yanaşmak çok mühim. Nice nitelikli eserden hiç istifade edememiş insanlar gördüm. Skor yapmak için okumam, ben yavaş bir okurum. Nitelikli bir eserden maksimum verimi elde etmeyi arzularım. Koparıp sayfalarını fiilen yemek istediğim eserler olmuştur.

Yayımlama konusuna gelirsek, bu konuda ilk etapta sıkıntılar yaşamadım, hatta çok kolay da oldu. Camianın içine girdikten sonra ise aynı şeyi söyleyemem. İyi ve kötü deneyimlere aynı anda sahibim. Bu konuların aşılamaz engeller olduğunu düşünmüyorum, hatta iyi yanından bakarsak bu sorunları çözerken sanatçının kazandığı beceriler kazanıma da dönüşebilir. Kendi adıma öyle oldu. Ancak sırf bu sorunları çözmede beceriksiz kaldığı için nice yetenekli sanatçının tarihin sularına gömüldüğünü tahmin ediyorum. Şansı olan bin yıl da geçse sular çekilince ortaya çıkıyor. Onu gömenler, adları anılmamacasına toprak altında kalabiliyor. Ama kendi adıma böyle hazin bir tecrit ve yıpratılışa maruz kalmak istemem. Hazmedebildiğim müddetçe hak ettiğim takdiri, desteği görmek isterim. Elbette kemalimi aşacak bir şöhreti de istemem. Çoğu insan sarsılmaz bir özgüvene sahip değil, görmezden gelindiğinde yok sayıldığında kendinden, yeteneklerinden şüphe duyabilir, en kötü eleştiri bile bundan daha az şiddet içerir. Özgüvenin yaralandığı böyle durumlarda sanatçının dışarıdan gelen bir destekle üretmeye devam etmesi çok mümkün. Elbette öz değer sadece dışarıdaki o seslerle de inşa edilemez. Ancak etkisi yadsınmamalı. Değerimizi her şeyden evvel Allah bilsin elbette, ama kulun inkâr etmesi de kolay bir sınav değil, böyle şeylerle de sınamasın.

Öte yandan tam aksi bir durumun başıma gelmesinden de korkarım, hak etmediğim bir ilgi ve takdire boğulup, sahte bir “oldum” sanrısına kapılıp gelişimimin durmasını, öğütülüp tüketilmeyi de hiç arzu etmem.

 

-Donarak ölen bir kuğunun yanına insanların çiçek bırakmasıyla ilgili bir tweetiniz vardı geçtiğimiz günlerde. Büyük bir hüzün hissettim o fotoğrafta. İncelikli yaşamanın zorlukları var tabii. Ama aynı zamanda bunun bir lütuf olduğunu da düşünüyorum. Yazmak için, sanat için hayatı duyumsayabilmenin sizin için anlamı nedir?

Evet, o manzara bana sahiden dokundu. Bir lütuf mu eziyet mi bu? Eğer yaşamda nükte barındıran öbür incelikleri duymasaydım eziyet olurdu. Neyse ki aynı zamanda neşeli bir insanım, mizah bu zorlukları sağaltıyor hayatımda.  

-Kullanılan eski kelimeler, bana kelimelerin her birinin ruhu olduğunu ve aynı anlamda olsa dahi aynı ruhu yansıtmadığını düşündürdü bir kez daha. Örneğin tebellür etmek. Kelimelerin ve Türkçe’nin nasıl ruhu var sizin zihninizde?

 

Bu düşüncenize yürekten katılıyorum. Sözlükte aynı anlama sahip iki sözcükten bazen sadece bir tanesi gözde ve kulakta aynı çağrışımla, benzer ahenkle titreşiyor. Sözlükte anlamdaş olmaları, zihinde aynı etkiyi yaratacakları manasına gelmiyor. “Tebellür etmek” de böyle bir ruha sahip; belirmek ve billurlaşmak kelimelerini kendi gövdesinde mezceden nefis bir kelime. Benim için eski veya yeni olmasından daha mühim bir kriter var ki bu tarz bir anlam bütünlüğü taşıması ve ağız yapıma uygun olması. Söylemekte zorlandığım kelimelerle bağ kurmam zorlaşıyor. Öte yandan dilde öyle güzellikler var ki doğadaki canlı cansız varlıklardan yansımayla türeyen sesleri o kelimenin içinde işitmek hoşuma gidiyor. Ab, kelimesini işittiğimde bir damlanın yere düştüğünde çıkardığı ses geliyor kulağıma, su kelimesini işittiğimde kesintisiz akan bir kaynağı duyuyorum. Mesela p, ç, t, k sesleri bana çıtır çıtır yanan odunlardan gelen sesleri çağrıştırır. U, v, rüzgârı… S, ş akan suyu veya havayı…

Çince mesela, bu çağrışımları görsel biçimde yaymayı öncelemiş, yazı karakterlerinin biçimsel çağrışımları öncelikli ve güçlü. Türkçe’de işitsel bir öncelik var sanki.

Yazarken de sözcük seçimlerimde çoğunlukla bilinçsizce, sezgisel diye tanımladığım bir tutumla, bu hisler beni yönetiyor. Nadiren ise kelimelere karşı bu tarz bir uyanıklık geliştirerek yazıyorum.

-Sağanak’ta birçok olgu derinlemesine işlenmiş. Yüzeysel olarak değinilmiş hissiyatı uyandırmıyor okurda. Aslında çoğu zaman konuşmaktan kaçındığımız olgular bunlar. Efsun ve Yaman karakterlerinin sohbetleri bu durumun açık bir örneği. Okur için besleyici, ufuk açıcı sohbetler bunlar. Kadın meseleleri, İslamiyet, mikro âlem, hakikat… Siz yazarken nelerden beslendiniz?

Her yazarı besleyen şeyler beni de besledi: Filmler, klasikler, felsefe metinleri, müzikler, öz yaşam deneyimleri, gözlemler, çocukluk… Belki benden önceki kuşaklardan farklı olarak sosyal medyayı ekleyebiliriz bu listeye. Ekşisözlük, Twitter, YouTube ve diğer sosyal mecralar insanı filtrelenmesi güç, niteliksiz bilgi yığını içinde boğabileceği gibi onun, hayata dair oturduğu yerden erişmesi güç nitelikli bilgilere ulaşmasına da katkı sağlayabiliyor. İlerleyen yaşımda artık bu platformlardan minimum girdiyle maksimum faydayı elde etmeyi de öğrendiğimi düşünüyorum; keza kendi kuşağımda yadsınamaz etkileri olduğunu da...

-Son dönemde çok konuşulan kadının toplumdaki yerini Sağanak’ta dini, sosyolojik ve felsefi açılardan ele almışsınız. Aile içi şiddet ve kadın cinayeti de var ki bu bölümü gözlerim dolarak okudum. Bu noktada romanda geçen “Kadının dağılan benliğini onarmasını, var olma sebebini hatırlamasını istiyorum çünkü bence barış ve huzur böyle gelecek.” cümlesine değinmek isterim. Tüm bu değiniler bağlamında Sağanak ile Efsun’un “kadının ve dolaylı olarak erkeklerin de insanlık tarihindeki mağduriyetlerinin bitmesi için elinden geleni yapmak” idealine katkıda mı bulunmak istediniz?

Bunu inkâr edemem. Efsun’a acımasız, acınası bir gözle bakıp, hırpalamak istediğim her defasında elimden kurtuldu. İster inanın ister inanmayın bir yerden sonra benim müdahale edebileceğim bir şey olmaktan çıktı bu. Çünkü Efsun baskın, güçlü bir karakter, yazarından da yaman. Romanda onun kadar güçlü bir karakter daha yaratamamış olmak sonlara doğru gücüme gittiği için Faize’yi devreye soktum. Ama o da anti-propagandayı temsil etmediği için Efsun’un dişil gerçekçi propagandası çok gür işitildi. Belki bugün feministlerin sesi zaten çok gür çıktığı için buna göz yumdum. Umarım yarın dengeler değiştiğinde romanın yarı güdümlü bu hâli anlayış görür.

-Romanda Mesnevi, Kimya-yı Saadet, Bostan, Şark İslam Klasikleri, Fususu’l Hikem gibi birçok önemli esere değinmişsiniz. Ve “Mevlana’dan önce Osho’yu okumuş olmam, burnumun dibindeki hazinelerden mahrum kalmak salt benim suçum olamaz.” cümlesi ile çok önemli bir konuya değinmişsiniz. Burada Efsun’un asıl şikâyeti nedir?Aslında burada popülarite değil Efsun’un şikâyeti, o kendi çıktığı yumurtayı kötüleyip duran Batı hayranı zihniyeti eleştiriyor. Diyeceksiniz ki Osho uzak doğu kökenli. Öyle olduğu hâlde o da Batı’nın meşhur ettiği, Batı’nın parlatıp pazarladığı mistik bir uzak doğu figürüdür. Batıda kabul gördüğü için Efsun tarafından kabul görebilmiştir.

-Sağanak’ta yer verdiğiniz konuların her biri başlı başına bir roman konusu olabilir. Queer teori, mikro âlem, üçüncü dalga feminizm, aile içi şiddet, ataerkil ve anaerkil toplumlara sosyolojik bakış, kapitalizm… Kurgu ve anlatıdaki tiplerle bütün bu konuları harmanlamışsınız ve okuru da araştırmaya teşvik etmişsiniz bir bakıma. Bilinçli bir tercih olduğu aşikâr, riskli bulduğunuz yönleri de var mıydı bu tercihinizin?

Her biri başlı başına bir roman konusu olabilir mi bilmiyorum ama akademik çalışma konusu olabilir. Örneğin romanda Queer teoriye yönelik bir takım eleştiriler var ki bunlar bizzat kendi düşünsel verimimin mahsulü olup akademinin faydalanıp geliştirebileceği niteliktedir. Kesinlikle risk aldım ve tespit ettiğiniz gibi bilinçli bir tercihti. Açıkçası Efsun’u yarı ideolog bir karakter olarak kurgulamak bu uğurda bana müthiş bir alan açtı. Ben de dilediğim gibi at oynattım. Bu tekniği Karamazov Kardeşler’de Zosima dede karakteri ve Alyoşa ile sayfalarca Hristiyanlık propagandası yapan Dostoyevski’nin de kullanmış olması bana cüret verdi. Esef ki ben Ivan gibi bir anti-tez yaratamadım, Büyük Engizisyoncu gibi bir anti-bölüm yazamadım. Nefesim yetmedi.  Yaman da Çağıl da zayıf kaldılar. Bir başyapıt ortaya çıkarma ihtimalimi bu yüzden yok etmiş olabilirim. Yine de önemli bir yapıt ortaya koyduğumu düşünüyorum.

-Geçtiğimiz ay George Orwell’in 1984 çeviriniz yayımlandı. Romancılığınıza katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?Kesinlikle evet. Başka yazarın aklında olanı Türkçede en özlü ve uygun şekilde ifade etmek uğraşı, dili kullanırken başka türlü bir farkındalığı tetikledi bende. Kendi zihnimde olanı ifade etmekte bu tecrübeden ileriki zamanlarda istifade edeceğimi düşünüyorum.

-Son olarak sinemaya çok uygun olduğu izlenimi uyandırdı bende roman. Efsun karakteri ile sinemaya göz kırpar mı Sağanak, ne dersiniz?

Gayet mümkün, hatta sizinle aynı fikirde olan bir okur dostum bu konuda beni epey yüreklendirdi. Senaryo daha önce denemediğim bir tür olduğu için tereddütler yaşadım. Ancak ilk bölümü yazmayı başardım, kısa zamanda bitirmeyi umuyorum.

Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim.